------

Suyun 330 metre Altında Bir Gece

Denizin yaklaşık 330 metre derinliğinde inşa edilen 6 yıldızlı dev su altı otelinin 2008'in ortalarında tamamlanacağı açıklandı. Bütün tatilini su altında geçirmek istemeyenler deniz kenarında son derece lüks bir tatil köyü olarak tasarlanan bungalovlarda kalıp istedikleri zaman da özel denizaltılarıyla gidecekleri otelde unutulmaz bir gece geçirebilecek. Bungalow evlerin gecelik fiyatı ise 500 dolar.



Otel her ne kadar 6 yıldızlı mükemmel bir hizmet sunsa da "daha fazlasını isteyenler" için de son derece yaratıcı VIP hizmetler de tasarlanmış. Bunun için otelden ayrı olarak 330 metre derinlikte özel odalar tasarlanmış. Buraya gitmek için size son derece lüks bir denizaltı ve özel kaptan tahsis ediliyor.



Bu odalarda kalmak isteyenlerin ödeyeceği gecelik ücret ise 20 bin dolar! Mercan kayalığı manzaralı otelin odaları denizaltına benzeyecek. Yaklaşık 50 metrekearelik odalarda bu eşsiz manzarayı seyretmenin geceliği ise kişi başı 1500 dolar olacak. Denizin altındayken "gözlerden uzak" olmak da mümkün. Çünkü otelin camdan duvarlarına kaplanan özel filmler sayesinde dışarıdan içerisi gözükmeyecek.

Tanıtımı izlemek için tıklayın:

İNTRO

Optical Illusion

Fruit and Vegetable Wallpapers



1024X768 | JPEG | 100 FILES | 53 MB | RAR

MEGA-UPLOAD DOWNLOAD

RAPID-SHARE DOWNLOAD

İlk Üniversite



Charles Seignebos: “Şarklılarla temas ile batılılar medenîleştiler. Bu medenîleşmenin meydana gelişi tamamen malûm değilse de, biz Avrupalıların Müslümanlara borçlu olduğumuz şeylerin hesabı çok uzundur” der. Haksız da değildir. Çünkü İslâm Medeniyeti, modern büyük müesseselerden en azından, ikisinin temelinde yatmaktadır. Biri hastane, diğeri rasathanedir. Bir diğeri ve üçüncüsünü de ona borçlu olmamız kuvvetle muhtemeldir ki, o da üniversitedir.

Aşağıdaki satırlarda, İngiltere’nin Leeds Üniversitesi’nde hocalık yapan M.R.Y. EBRIED (Sâmîler’le ilgili araştırmacı) ile M.J.L. YOUNG’un (Arablar’la ilgili araştırmacı) bu husustaki beyanlarını bulacaksınız.

ORTAÇAĞ, modern dünyaya üç mühim müessese miras bıraktı: Hastahane, Rasathane ve Üniversite. Çoktandır biliyoruz ki, bunlardan ikisi İslâm Medeniyeti’nden intikal etmiştir. Birçok astronomik âletler, Yunanlılar tarafından icat edilmiş de olsa, Rasathane Müslüman halifelerin, bir başka deyişle İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in (S.A.V.) takipçilerinin himayesinde dâimi bir müessese halini almıştır. Bize kadar ulaşan vesikalara nazaran, yeryüzünde ilk dâimî Rasathane, Halife Me’mûn, (Milâdî 813-832) tarafından, devlet merkezi olan Bağdat’ta 830 yıllarında kurulmuştur. Müslümanların tıbba en mühim hizmetleri, pek çok hastahaneleri kurmaları ve bunların bakımını yürütmeleri olmuştur. Onlar hastahaneyi, bir müessese olarak icat etmemiş olsalar bile, hastahanelerin teşkilâtlanma, mâlî imkânlarını sağlama ve bakımları konularında pek çok yeni gayret ve itinâ getirmişlerdir. Bu konulardaki fikirlerinden pek çoğu, bugünkü hastahanelerde, hâlâ gözle görülecek şekilde, te’sirlerini devam ettirmektedir.

Aynı şekilde Ortaçağ’ın üçüncü müessesesi olan Üniversitenin de varlığını büyük ölçüde İslâm Medeniyeti’ne borçlu olduğu, dolaylı şekilde ispat edilebilir.

Üniversitelerde asırlarca okutulan tıbbî, felsefî ders kitaplarının müellifleri arasında Avicenne (İbn-i Sinâ), Averroés (İbn-i Rüşd), Albategnius (Mehmed İbn-i Câbir, İbn-i Sinân el-Harrânî), Avempace (İbn-i Bâcce), Avenzoar (Ebû Mervan Abdül’-Melik bin Ebi’l-Alâ), Albucasis (Ebû Kaasım Hallâf İbn-i Abbâs) ve Alpetraglus (Ebû İshâk el-Batrûcî) gibi İslâm müellifleri baş köşeyi şereflendirirler.

İslâm ve Hıristiyan dünyası arasındaki büyük husûmete rağmen, Avrupa üniversitelerinin bu ders kitaplarından istifâde etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Fakat gitgide artan pek çok deliller, bizzat üniversitenin menşeini Ortaçağ İslâm Dünyası’nda aramamız gerektiğini ifâde etmektedir.

Avrupa’da ilk üniversiteler kurulduğu zaman, en büyük İslâmî ilim ve irfân merkezleri, bir asrı çoktan aşan bir müddetten beri faaliyet göstermekte idi. Fas’taki Karaviyyîn Camii-Medresesi 859’da kuruldu. Kurtuba Medresesi onuncu asrın bidâyetinde, Kahire’deki el-Ezher Camii-Medresesi 972’de, yine aynı şehirde Dâru’l-Hikmet, onbirinci asırda kurulmuş oldular.

İlk yüksek tahsil merkezleri Avrupa’da çok daha sonraları ortaya çıktılar. Bologne, Paris, Montpelliler üniversiteleri onikinci asırdan daha evvel kesin olarak mevcut değildiler. Bu üniversiteler Hıristiyan Avrupa’da zuhûr ettikleri vakit, İslâmî benzerleri ile aralarında pek çok ortak vasıflar vardı. Talebeler, çoklukla, “milletler” hâlinde düzenlenmişlerdir. Yâni, ikametgâhları itibâriyle geldikleri memleketlere göre gruplar teşkil ediyorlardı. Kahire’de el-Ezher Üniversitesi’nde Faslı, Yukarı Mısırlı, Iraklı.. talebeler için müstakil yurtlar vardı... Paris Üniversitesi`nde talebe cemaati İngiltereli, Hollandalı ve diğer milletlerden talebeler ihtivâ ediyordu. Talebelerin bu coğrafî esasa göre tanzimi Lincoln, Worcester ve Hereford Kollejleri’nde olduğu üzere Oxford’un bazı kollejlerinde de te’sir bırakmıştır.

Bir diğer benzerlik noktası, kendini, üniversite hocalarının hususî bir kıyafet taşımalarında gösterir: Resmî merasimlerde ve derslerde giyilen hususî cübbeler gibi. Hıristiyan Avrupa’da giyilmekte olana benzeyen geniş cübbeleri giyme âdeti, İslâm’ın ilim ve irfân merkezlerinde çok eskiden beri mevcuttu.

Hıristiyan Avrupa’nın ilk irfân müesseselerinde kullanılmakta olan tâbirler de İslâmî tabirlerle bir benzerlik arzetmektedir. Üniversiteyi ifâde etmek üzere kullanılan ilk tâbir -“Studium Generale ” tâbiridir- ki, bu Arapça’daki “Dersleri tâkip için umûmî meclis” mânâsına gelen ve Arapça akademik bir tâbir olan “Meclis-i Âmm” tâbirinin bir tercümesine benziyor.

Diğer bir müşterek nokta: Geniş bir şekilde her tarafa yayılmış olan talebelere ücretsiz eğitim sunma âdetidir. Kezâ, İslâm memleketlerinde bir diyârdan diğerine giden seyyâh talebe geleneği, Hıristiyan memleketlerinde kendini tahsil hayatının bir vasfı olarak ortaya koymadan çok önce, meşhur olmuştu. Müslüman talebeler, bir mes’ele üzerinde, herşeyi bir hocanın bileceğini kabûl etmiyorlardı. Bu sebeple, bir tahsil merkezinden diğerine seyâhat, bu talebelerin tahsil hayatında yer etmişti. Bu devamlı seyâhatler, İslâmî terbiyenin en bâriz vasıflarından biri olan İcâzet”in, yani “tedris müsaadesi”nin menşeinde yer alır. İcâzet, bir hoca tarafından belli bir eğitim programının sonunda talebeye verilen diploma idi ki, bu, talebeye tahsil ettiği mevzularda ders verme hakkını tanıyordu. Bu müsaade daha dokuzuncu asırda mevcuttu. Daha geniş bilgi elde etmek gayesiyle bir akademik merkezden diğerine seyâhat eden talebeler için, bu “tedris etme müsaadeleri ” bir nev’i pasaport ve hususî mevzularda bir nev’i selâhiyet vesikası mahiyetini taşıyordu.

Burada enteresan bir hususu kaydetmeden geçemeyeceğiz: Bugün üniversite ile ilgili ilmî bir seviyeyi ifâde için kullanılan lisans (licence) tâbiri, “tedris müsaadesi” mânâsına gelen Lâtince’deki “Licentia docenti” tâbirinden gelir ki, bu tâbir, bidâyetten beri, Hıristiyan üniversitelerde, talebelere verilen diplomalara denilirdi.

Ortaçağ İslâm üniversitelerinde profesörler, tedris ettikleri şeylerde, ilk Hıristiyan üniversitelerindekilerden daha hürdüler. Binâenaleyh, Avrupa’da diploma verilmesi hakkı rektöre has iken Müslümanlarda her hocanın “tedris müsaadesi” verme hakkına sahip olması, bizi hayrete düşürmemelidir. Bu farktan sarf-ı nazar edecek olsak, “İcâzet” ve “licentia docenti” üniversite hayatında birbirinin aynı olan iki vasıta idi.

İslâm Üniversitesi tatbikatı ile Hıristiyan dünyasının üniversite tatbikatı arasında bu benzerlik, İspanya’da birbiri ile temâsa imkân veren müesseselerin oynamış olduğu rolle izah edilir. Müslüman İspanya, Ortaçağ’ın en büyük akademik merkezlerinden biriydi. Tuleytula’nın Hıristiyanlar tarafından zabtından (1085) sonra, bu memleket, İslâm irfân meyvelerinin Hıristiyan Avrupa’ya geçtiği ana yol oldu. Tuleytula’da Râhip Raymond (ölümü: M. 1251) Arapça eserleri Lâtince’ye tercüme etmek ve böylece bunları Hıristiyan ilim âleminin istifadesine arz etmek için hususî bir mektep açtı.

Müslümanların felsefî, ilmî ve tıbbî eserlerinin teşkil ettiği hazineler, Hıristiyan profesör ve talebelerin istifâdeleri için Lâtince’ye tercüme edildiler. Şu halde Hıristiyan talebelerin, üniversitelerin teşkilâtlanmasıyla ilgili fikirleri, bu kitaplar vasıtasıyla İspanya’dan götürmüş olmaları kesindir.

Le Monde´dan Tercüme - Prof. Dr. İbrahim Canan

Osmanlı Cami Mimarisi

Yapımı yedi ay kadar süren Mescid-i Nebevî 100x100 zira (yaklaşık 48x48 m.) ebâdında mütevâzi bir yapıydı. Kıbleye göre sol tarafta Hz. Peygamber'in odaları sıralanıyordu. Arka kısmında üzeri hurma lifleri ve dallarıyla örtülmüş, fakir öğrencilerin barındığı Suffe bulunmaktaydı. İlk câmiler Mescid-i Nebevî örneğinde görüldüğü gibi sütunlu revakların çevrelediği bir avludan ibaretti. Bu plân Eyyûbîler'e kadar pek fazla bir değişikliğe uğramadı. Yeni milletlerin İslâm'ı kabul etmeleri ve onların mimarî anlayışının etkisi, fetihlerle ele geçirilen bölgelerin kültürel tesiri, coğrafî şartları, malzemenin sağladığı bir takım imkânlar câmi mimarisinde gelişmelere yol almıştır. İran, Maverâünnehr, Anadolu, Kuzey Afrika ve Endülüs'te gelişen câmi mimarisi Osmanlılar'da Mimar Sinan'la zirveye ulaştı. Osmanlı câmi mimarisinin başlıca üslûp ve ekolleri kısaca şunlardır:

a) Bursa Üslûbu (1325-1501): Ulu Cami.


b) Klâsik Üslûp (1501-1616): Şehzade Camii.


c) Yenileştirilen Klâsik Üslûp (1616-1703): Sultan Ahmed Camii.


d) Lâle Devri üslûbu (1703-1730): III. Ahmet Çeşmesi.


e) Barok üslûbu (1730-1808): Nuru Osmaniye Camii.


f) Ampir üslûbu (1808-1874): Ortaköy Camii.


g) Yeni Klâsik Üslûp (1874-1930): Valide Camii.


Klâsik Türk câmileri başlıca şu kısımlardan meydana gelir: Dış avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar, mihrap. İç avlunun etrafı revaklı olup, orta yerde abdest almak için bir şadırvan bulunur. Arka duvara bitişik bölüm son cemaat mahalli olup, geç kalanların cemaatle namaz kılmalarını temin için mihrap yapılmıştır. Câmi içinde bulunan minber, mihrap, vaaz kürsüleri, müezzin mahfelleri bazı câmilerde padişahın namaz kılması için yapılan hünkâr mahfelleri birer sanat şaheseridir. Minareler ise bir ustalık ve zerafet sembolüdür.