------

Dinimizde Kedinin Yeri



İbni Helekan (ra) anlatıyor:

“Ebu’l Hasan arkadaşları ile yemek yerken bir kedi çıkagelmiş. Ona bir lokma atmışlar. Biraz sonra yine gelmiş. Bir lokma daha atmışlar. Kedinin geliş gidişleri beşi bulunca içlerinden biri kalkıp o kediyi takip etmiş. Kedi aldığı lokmaları bir harabeye götürüyormuş. Onu takip eden adam içeri girince, kedinin lokmaları gözleri kör olan başka bir kediye taşıdığına şahit olmuş ve bunu gidip Ebu’l Hasan’a anlatmış. O da: ‘Yazıklar olsun bize! Bir kedi kadar olamadık. Gaflet içinde vakit geçiriyoruz’ demiş ve o günden sonra nerede yardıma muhtaç biri varsa onu arayıp bulmuş.”

Arap ülkelerinde, Muezza adındaki bir kediden ötürü, kediler bütün diğer hayvanlardan daha iyi bir durumdaydılar. Bu kedi Muhammed Peygamber'in en sevdiği kediydi ve bir gün onun hırkasının kolu üzerinde uyurken peygamber bir toplantıya gitmek zorunda olduğundan, kediyi uyandırmamak için hırkanın kolunu kesmişti. Daha sonra, Muhammed geri döndüğünde Muezza ona teşekkür edip önünde eğilmiş, bundan çok duygulanan peygamber de onun sırtını üç kez okşamıştı. Efsaneye göre bu okşayışlar kediye yalnızca her atladığında dört ayak üstüne düşme yeteneğini değil, aynı zamanda üç kere üç ya da dokuz canlı olma özelliğini kazandırmış.

Saadet asrının günlerinden bir gündü. Peygamber Aleyhisselam (asm), abdest almak için hazırlık yaptı. Ancak, bir kedicik geldi ve abdestini alacağı sudan içmeye başladı. Resulü (asm), o kedicik suyunu içene kadar bekledi, onu ürkütmedi, ne vakit o mahluk suyunu içip, hararetini iyice giderdi, ondan sonra abdestini aldı. Sordular:

“Su kirlenmedi mi?”

Peygamber aleyhisselam: “Hayır, kedi aile fertlerinden bir ferddir, hiçbir şeyi kirletmez.” dedi.

Peygamber Efendimiz’in (asm) hane-i saadetine ve mescidine sık sık kediler uğrardı. Ve Resulüllah (asm) kedileri severdi. Mübarek elleriyle sırtlarını sıvazlardı.

Yine bir gün, sevgili arkadaşları ile, mescidde sohbet eden Resulüllah (asm) onlara:

“Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşeratından yemeye de salmamıştı” buyurdu.

Evde kedi beslemek sevaptır, çocuğun merhamet duygusunu geliştirdiği ve eve bereket getirdiği için Peygamber Efendimiz özellikle tavsiye etmiştir. Kediler evlerimizin bereketini arttırır.

Mahmudiye



The Mahmudiye was a ship of the line, and could perhaps be considered to be one of the only completed heavy-first rate battleships. She was constructed on the order of the Sultan of the Ottoman Empire, Mahmud II and was built by the Imperial Naval Arsenal on the Golden Horn in Constantinople. It was for many years the largest warship in the world. The 62x17x7m ship of the line was armed with 128 cannons on 3 decks. She participated in many important naval battles, including the Siege of Sevastopol (1854-1855) during the Crimean War (1854-1856). She was decommissioned in 1875.

Rafine Şeker Zehir, Doğal Şeker Şifa

Gerçek ortaya çıkıyor! Doğru ile yanlış birbirinden ayrılıyor... Rafine şekeri yersen, doğal şekeri yemzesen hastalıklar başlıyor. Peki, ama nasıl?



Prof. Dr. Erkan Topuz, geçtiğimiz hafta Star TV'de yayınlanan Arena programında, kansere karşı korunmak için önemli açıklamalarda bulundu. Prof. Topuz, bilim adamlarının "şeker pancarını" doğrudan doğruya lapa haline getirerek, fareler üzerinde kansere karşı koruyucu etkisi olup olmadığını test ettiklerini belirtti. Yapılan deneyde, 65 fareye radyasyon verip aynı zamanda şeker pancarı lapası vermişler, diğer 65 fareye sadece radyasyon vermişler. Şeker pancarı verilen farelerde, toksidenin yüzde95 oranında azaldığını görmüşler. Prof. Topuz, “Bu çalışma hayvanlar üzerinde yapılmış olsa da ümit verici bir çalışmadır. Doğal şeker pancarının hiçbir zararı yoktur, faydalı bir besindir, tüketilmesi çok faydalıdır” dedi.

Peki, şeker pancarı çok faydalı ve masum bir gıda ise şeker pancarından elde edilen rafine şeker neden zehir? Eskilerin altın değerini biçtikleri şeker, neden günümüzde hemen hemen tüm hastalıkların sebebi olarak gösteriliyor? Şeker mi suçlu, yoksa şekerin rafine işlemi sırasında gördüğü işlemler mi? Gerçekte şeker nedir? Hayatımıza ne zaman ve nasıl girdi? Kaç çeşit şeker var? Atalarımız şekeri nasıl üretip, tükettiler? Şekerin tarihi hangi gerçekleri ortaya çıkarıyor? Yaşamımız için şekerin önemi ne? Hiç şeker tüketmezsek ne olur? Doğal şekeri doğru tüketmenin yolu ne?

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Ayten Altıntaş, sorularımızı cevapladı.

Atalarımız şekeri nasıl üretip tükettiler?

"İnsanlar geçmişte asırlar boyunca, hurma, üzüm, elma ve armut gibi yoğun şekerli meyvelerin suyunu sıkarak "şeker" niyetine kullanmışlar. Kimi zaman da meyvelerden elde ettikleri suyu kaynatıp, pekmez yaparak şeker ihtiyaçlarını karşılamışlar. Bu asırlardır dünyanın her yerinde var olan bir gelenek. Kısaca meyveler, bal ve pekmez, insanların “doğal şeker” olarak tanıdıkları, vücutları ile tamamen uyumlu ve faydalı etkileri olan gıdalar.

Kristal şekerin elde edilmesinde hareket noktası ise “şeker kamışı” olmuş. Geçmişte tarih boyunca şeker kamışından hareketle şeker elde edilmiş.

Tropikal ülkelerde yetişen şeker kamışı, çok su ve çok sıcak seven bir bitki. İnsanlar şeker kamışının boğumları arasındaki sıvıyı fark ettikten sonra, mengenelerde taşın arasında suyunu sıkıp, ya hemen tüketmişler, ya daha uzun ömürlü kullanmak amacı ile kaynatıp konsantre etmişler ya da geleneksel yöntemlerle konsantre olan sıvının dibindeki kristalleşmiş tortuları buharlaştırarak kristal şeker haline getirip kullanmışlar. Şeker kamışının içindeki su miktarı ne kadar fazla ise çabuk bozulma ihtimali de o kadar çabuk olur! Bunun için, bildiğimiz pekmez usulü kaynatıp konsantre ettikten sonra buharlaştırmışlar ve kristal şeker halinde kullanmışlar."

Son yıllarda zehir ilan edilen üç beyazdan biri şeker biri tuz. Ancak zehir ilan edilen tuz konusunda gerçekler ortaya çıktı. Rafine tuz, insan vücudunda zehir etki yaparken, kristal deniz tuzu, vücudun dengeli çalışmasını sağlıyor. Tabiat, deniz tuzunu en sağlıklı şekilde tuz mağaralarında saklıyor. Ve bu tuzun insan doğası ile birebir uyumlu olduğunu biliyoruz.

Peki, tabiat "doğal şekeri" nerede saklıyor ve bize nasıl sunuyor?

"Şeker kamışı veya şeker pancarından elde edilen kristal şekerin içinde “sükroz” diğer adıyla “sakkaroz” denilen bir madde vardır. Meyveler “früktoz” içerirken, bal hem früktoz, hem glikoz hem sükroz hem de maltozu bir arada içermektedir. Yani balda tüm şekerler “doğal” olarak mevcut…

Bütün şekerli bitkiler fotosentez ile topraktan aldıkları su ve mineralleri kendi içinde sentezleyerek şekere dönüştürüyor. Örneğin elma, topraktan su ve mineral alıyor, güneşten aldığı ışınlarla kendi fabrikasında doğal kimyası ile şeker imal ediyor. İmal ettiği bu şeker insana birebir uyumlu.

İnsan da tabiatın bir parçası meyveler de kısacası topraktan elde edilen her şey tabiatın bir parçası, arılar da tabiatın bir parçası onların çiçeklerden imal ettiği bal da, kısaca tabiatta var olan doğal gıdaların tümü insan doğasına birebir uyumludur ve bu gıdalarda bulunan maddelerin insan vücudu için önemli etkileri vardır. Ancak, tabiattan gelen doğal gıdalar dıştan müdahale ile başka bir şekle dönerse işte o zaman insana zehir etkisi yapıyor.

İşte insan hayatı için hayati önem taşıyan şeker de dıştan müdahalelerle zehire dönüşmüştür. Bu noktada şeker kamışının tarihine baktığımızda her şey net olarak ortaya çıkmaktadır."

Şeker kamışı ne zaman ve nerede ortaya çıkmış?

Şeker kamışı, M.Ö. 3000’li yıllarda Hindistan’da fark edilmiş. Çok önemli bir medeniyet merkezi olan ve birçok alanda tarihe damgasını vuran Hindistan’da, kutsal sayılan “veda”larda “şeker kamışı” yer almaktadır. Veda, Hintlilerin kutsal saydıkları tarihi metinlere verdikleri ad. Bu tarihi metinlerde şeker ve şeker kamışı önemli bir yere sahiptir.

Hintliler şeker kamışı tohumlarını ekip yetiştirdikten sonra, elde ettikleri şeker kamışını sıkmışlar, sıvısını alıp ya hemen kullanmışlar ya da konsantre ederek daha uzun dayanmasını sağlamışlar. Konsantre edilen yani bizim bildiğimiz pekmez kıvamındaki şeker kamışının bir müddet sonra kristalleştiğini keşfettikten sonra da dibe çöken bu kristalleri alıp suyunu buharlaştırıp kristal şeker elde etmişler.

İşte bugün bildiğimiz “kristal toz şekerin” geleneksel doğal yolla elde edilme şekli budur. Ve bunun insan üzerinde zehir etkisi yoktur, insana birebir uyumludur. Çünkü herhangi bir kimyasal katkı görmeden doğal yolla elde edilmiştir."

Doğal kristal şeker dünyaya nasıl yayılmış?

Şekerin dünyaya tanıtılması, İslam Medeniyeti aracılığı ile gerçekleşmiştir. 8. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar dünyanın en büyük medeniyeti, Ortadoğu’daki İslam Medeniyeti olmuştur. Bütün Ortadoğu, Afrika ve Anadolu topraklarını içine alan İslam Medeniyetinde şekerin çok önemli bir yeri vardır. Hindistan’da keşif edilen ve üretilen şeker, İslam âlimleri tarafından Anadolu topraklarına getirildi, imalathaneler kuruldu ve seri olarak şeker üretimi başladı. İslam âlimlerinin şekere bu kadar önem vermesinin çok önemli bir sebebi vardı!

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ilan etmesinden sonra 30 yıl içerisinde İslamiyet çok büyük bir coğrafyaya yayılıyor ve burada ilim ve bilimde büyük ilerlemeler oluyor. Aynı dönemde batı medeniyeti ise karanlık çağını yaşıyor. Avrupa’nın bu karanlık çağı yaşamanın sebebi ise Hıristiyanlığın yanlış yorumlanması! Bu yanlış yorumlamalar, “Bu dünyayı bırakın, öbür dünyaya bakın!”, “Yemeyin, içmeyin, vücudunuza ne kadar ıstırap verirseniz öbür dünyada cennete girersiniz” şeklinde oluyor. Yeme, içme, giyinme, temizlenmeyi terk ediyor, hekimlik ve ebelik gibi ilimleri de geri bırakıyorlar. İşin arkasında ise bu gidişattan faydalanan bir kilise var. İnsanlara sözde cennet anahtarı veriyor, onları cennete gönderiyor ve günahlarını çıkarıyor. Bu çalışmadan inanılmaz paralar kazanan kilise, para kazandıkça güç kazanıyor ve güç kazandıkça da bilim çalışmalarını donduruyor.

İslamiyet ise bu çağda büyük bir gelişme içinde oluyor. Ve bilim müthiş bir ilerleme gösteriyor. Bu ilerleme içinde şeker de yer alıyor…

İslam âlimleri, şekere neden çok önem veriyorlardı?

İslam dünyasında hekimler için bir numaralı madde şekerdir. İslam âlimleri şekeri keşfettikten sonra önemini de ortaya çıkarmıştır. O dönemde bütün ilaçlar bal veya şekerle yapılmıştır. Osmanlı hekimleri de ilaç yapımında şekere çok önem vermiştir. Bunun sebebi, doğal şekerin bitkilerdeki etken maddenin hızla kana karışmasını sağlamasıdır.

Diascorides’ten itibaren ilaç yapımında şarap, sirke veya kurutma yöntemi kullanılmıştır. İslam âlimleri ise ilacı macun veya şerbet ile ilaç yapmışlar ve tüm dünyaya bu kültürü yaymışlardır. “Nabza göre şerbet vermek” atasözü de buradan gelmektedir. Hekim, hastanın nabzına bakar, hastalığı teşhis eder ve ona göre şerbet vererek hastayı tedavi ederdi. Bu uygulama Hint tıbbında da vardı. Günümüzde Tibet tıbbında halen uygulanmaktadır. Tibet tıbbının kaynağı ise İbn-i Sina’dır. İnsanın nabzı ile hastalığın ne olduğu ve nerede olduğunu tespit etmek mümkündür. Kadının gebe olup olmadığı, bebeğin cinsiyeti, hastanın ölüp ölmeyeceğini bile nabız üzerinden tespit ederlerdi. Ancak hekimler, ölüp ölmeyeceğini asla söylemezler, Allah’tandır, Allah bilir derlerdi.

Şeker o dönemde nerede üretiliyordu?

Şeker ihtiyacının artması ile imalathaneler geliştirildi ve zaman içinde beyaz şeker imal edilmeye başlandı.

“Doğal şeker” nasıl beyazlatılıyordu?

Atalarımız, ilk önce günümüzde sülfürleme yolunu denediler, yani bugün kayısı beyazlatmada da kullanılan kükürt dioksit ile şekeri beyazlattılar. Daha sonra da kireç sütü kullanarak şekeri beyazlatmışlar. Kireç sütü ile beyazlatırken, şeker kamışının suyunu sıktıktan sonra kaynatıp konsantre ediyorlar daha sonra kireç sütü ile karıştırıp tortular aşağı inince yukarıdaki sulu kısmı alıyor, tortuları tekrar kaynatıp suyunu buharlaştırarak beyaz kristaller elde ediyorlardı. Ayrıca, şekerli meyvelerden de aynı yöntemle çeşitli türlerde şeker üretimi yapıyorlardı.

Avrupa yani batı medeniyeti şekeri nasıl tanıdı?

Banyo yapmayan, çul gibi elbiseler giyen, tahta tabaklarda yemek yiyen karanlık çağ insanları, 12. yüzyılda yapılan haçlı seferleriyle, mis gibi güzel kokan, renkli ipek elbiseler giyen, banyo yapan, cam kadehlerde şerbetler içen insanlarla karşılaştılar.

Doğal şeker, nasıl rafine şeker oldu?

İslam dünyasındaki şeker üretimi ile bilgiler, 14. yüzyıl başlarında Venedikliler yolu ile Avrupa’ya geçti. Haçlı seferleri zamanında gördükleri şekeri, bugünkü bavul ticareti anlayışı ile Venedik üzerinden Avrupa’ya sattılar. O dönemde şeker altın kadar kıymetliydi. Avrupa, şeker kamışını keşfetti ama büyük bir sorun vardı. Avrupa ikilimi çok soğuktu ve şeker kamışı üretimi için uygun bir ortam yoktu. Uzun yıllar sıcak ülkelerden şeker aldılar. Ancak, 17. yüzyıl başlarında Alman kimyager Marggraf tarafından şeker pancarından şeker üretilebileceği keşfedildi.

O dönemde şeker pancarı, soğuk ülkelerde kolay elde edilen bir bitkiydi ve sadece hayvanlara yediriliyormuş. Avrupa, şeker pancarından şeker elde etme yolu keşif ettikten sonra daha çok ve daha çabuk para kazanmak amacı ile 19. yüzyıl başlarında fabrikasyon şeker üretimine başlıyor. İşte bu noktada şeker rafine olarak “zehire” dönüşmeye başlıyor. Eğer, İslam dünyasının şeker kamışından şeker elde etme usulünü, şeker pancarına uygulamış olsalardı hiçbir zararı olmayacaktı. Ama tam bir fabrikasyon üretim, fabrikanın “ne kadar çok şeker üretirsem, o kadar çok kazanırım” anlayışı ile işlediği için, önce şeker kamışını birçok işlemden geçirerek rafine ettiler, istedikleri verimi alamayınca, şeker pancarına ağırlık verdiler.

Beyazlatma işlemini, kömür veya hayvan kemiği külü kullanarak yaptılar. Üretimi daha da hızlandırmak ve daha çok ürün almak için yıllar ilerledikçe sentetik beyazlatıcılar kullanmaya başladırlar.
Örneğin, Türkiye’nin en büyük şeker fabrikalarından biri, bundan birkaç yıl öncesine kadar odun kömürü kullanırken, bugün sentetik reçine ile beyazlatıyor!

Kısaca, daha çabuk ve daha çok ürün almak için, “en ucuz şekilde ve en çok nasıl üretirim” anlayışı ile şeker pancarı fabrikaya girdiği andan itibaren, çok fazla işlem gördü ve kimyasal katkı maddeleri arttıkça, rafine edilmiş şeker zehir etki ile sofraların “tatlı zehiri” oldu. Bugünkü şeker üretim teknolojileri, o masum şeker pancarını zararlı hale getirdi ve her geçen gün kötüye gidiyor.

O zaman asıl suçlu doğal şeker değil, şeker pancarı ve şeker kamışının kimyasal katkılarla rafine işlemine uğrayıp yapaylaşması veya rafine şekerin genetiği değiştirilmiş organizmalardan elde edilmesi diyebilir miyiz?

Evet, kısaca böyle özetleyebiliriz. İşin içine yapay kimyasallar girdikten sonra, her ne kadar buharlaştırıp kimyasalları ayrıştırıyoruz deseler de kimyasal madde üretim sırasında şekerin içine işliyor ve tüketen insanın da içine işlemiş oluyor! Aynen filtre edilmiş kahve gibi…

Ayrıca, daha çok şeker pancarı elde etmek için, bitkinin toprakta gelişimi sırasında suni gübre kullanılıyor, eskiden küçük boyda olan pancarlar şimdilerde eskinin 5-10 katı büyüklükte. Şeker pancarı, fabrikaya girdikten sonra yıkanıp, parçalanıyor ve şeker imalatına giriyor. Topraktaki tüm zararlı kimyasallar pancar aracılığı ile şekere işliyor, şeker rafine edilip beyazlatılırken ayrıca kimyasallar alıyor ve tüm bu zararlı kimyasallar şeker aracılığı ile inan vücuduna işliyor. İşte rafine şekerdeki zarar böyle oluşuyor! Bugün sofralarımıza giren rafine toz şeker böyle iken, kesme şekerin içine ayrıca yapıştırıcılar ilave ediliyor be durum daha da vahim hale geliyor.

Şeker pancarı, koyun gübresi ile organik olarak üretilse, şeker üretimi de eski geleneksel yöntemlerle yapılsa zararı olmaz.

Rafine kristal şeker ambalajları üzerinde %100 “pancar şekeri” yazması herhangi ne ifade ediyor?

Yüzde100 pancar şekeri, nişasta bazlı şeker riskini ortadan kaldırıyor. Mısırdan, özelliklede genetiği değiştirilmiş mısırdan, şurup elde edilirken, mısır kimyasallarla parçalanıyor, içindeki nişastayı ayırıp ondan şeker üretiyorlar ki bu rafine şekerden çok daha zararlı! Pancar şekeri 100 kuruşa imal ediliyorsa mısır şekeri 5 kuruşa imal ediliyor. İşte bu yüzden yüzde100 pancar şekeri olması, kısmen daha az zararlı olduğunu ifade ediyor.

Esmer şeker, halk arasında en sağlıklı şeker olarak biliniyor. Peki, esmer şeker doğal mı?

Şeker pancarı veya şeker kamışından elde edilen şeker, eğer atalarımızın usulü ile elde ediliyorsa sorun yok.

Şeker kamışı çok çabuk böceklenen bir bitki, böceklenmeyi önleyici kimyasal ilaç kullanıyorlar mı sorusunu sormamız gerekiyor. Şeker kamışı veya şeker pancarı yetiştirilirken, daha fazla ürün elde etmek amacı ile kimyasal ilaçlar ve suni gübre kullanılıyorsa o zaman sağlıklı diyemeyiz.

Glikoz üretimi nasıl yapılıyor? Glikoz neden insan sağlığı açısından çok tehlikeli?

Glikoz korkunç bir madde, nişastanın kimyasallarla parçalanmasından elde edilen bu ürün özellikle kan için çok zararlı. Çünkü olduğu gibi kana karışıyor. Doğal şeker, insülin ile parçalanarak kana geçerken, glikoz direk kana karıştığı çok zararlı. Mısır şurubu da aynı şekilde… Glikoz, kahverengi ve bal kıvamında bir madde, bu sebeple piyasada ucuz balların çoğuna maalesef glikoz katılıyor. Bal alırken çok dikkatli olmak gerekiyor.

Früktoz, gerçekten meyveden mi elde ediliyor?

Früktoz, meyvelerdeki şekere verilen isim. Doğal yolla, yani meyveden ve dozunda alındığında zararı yok. Ancak, piyasada satılan ve hazır gıdalarda kullanılan früktoz, kimyasal yolla elde ediliyor. Maalesef kaynağı meyve değil, mısır!

Meyvelerde hem früktoz hem glikoz hem de sakaroz var. Bunların içinden früktozu ayırmak hem çok zor hem de çok pahalı.

İnsan doğasına aykırı olduğu için şeker zehir oldu.

İnsan vücudu niçin doğal şekere ihtiyaç duyuyor? Düzenli ve dengeli bir şekilde doğal şeker tüketmeyen bir kişinin vücudunda ne gibi tahribatlar ortaya çıkabilir?

Eski tıbba göre, doğal şeker karaciğer için çok önemli, şeker olmazsa karaciğer sentez yapamaz ve ölür! Ayrıca, beynin çalışması için de yine doğal şekere ihtiyaç var. Tabi burada eski tıbba göre uygulanmış, tamamı ile insan doğasına uyumlu olan doğal şekerden bahsediyoruz. Rafine şekerin, insan doğasına uyumlu olmadığı ve organlarımız bu şekeri tanımadığı için vücudumuzda zehir etkisi ile büyük tahribatlar yaptığını tekrar hatırlatalım.

İnsanlar sağlıklı şeker tüketimini nasıl yapabilir?

Güvendikleri bal ve pekmezi rahatlıkla kullanabilirler. Kuru ve yaş meyveleri tüketebilirler. Reçel yapımında konsantre edilmiş meyve suyundan yararlanabilirler. Rafine şekeri önermiyoruz ama mutlaka kullanacaklarsa çok az miktarda pancar şekeri kullanabilirler.

Suni tatlandırıcılar, mısır şurubu ve glikoz içeren tüm ürünlerden uzak dursunlar. Fabrikasyon reçeller, bisküvi ve şekerlemeler, hazır tatlı ve baklavalar çok riskli.

Geleneksel tatlarımızdan biri olan “reçelin” ana malzemelerinden biri “şeker”. Peki, evde reçel yapmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz?

Görünüşe önem vermiyorlarsa, eskiden atalarımızın da yaptığı gibi “pekmez” kullanmaları en sağlıklı uygulama olur. Ayrıca, reçel yapılacak meyvenin türüne göre elma, üzüm gibi meyve sularının konsantresi de olabilir. Rafine şekeri kullanmalarını tavsiye etmiyoruz, ama çok az miktarda ve pancar şekeri olmak kaydı ile tercihi yine kendilerine bırakıyoruz.

Tıbb-ı Nebevi Açısından Gıda ve Sağlığımız



Gıda (besin), sözlüklerde beslenme vasfı olan her türlü madde, azık, canlıların yaşaması ve varlığını sürdürmesi için gerekli olan şeyler olarak tanımlanmaktadır.

Sağlıklı olmak en büyük nimetlerden biridir. Çünkü dünyayı ve ahireti kazanmak ancak sağlıklı olmakla mümkündür. Peygamber (as) sağlık hakkında şöyle buyurmuşlardır:

“Sizlerden her kim vücutça sağlıklı; canından ve malından korkusuz ve huzurlu; günlük yiyeceği de yanında olarak sabahlarsa, sanki dünyanın bütün nimetleri kendisinde toplanmış gibi olur.”

Bir diğer hadislerinde de:

“İnsanlar şu iki şeyde aldanmıştır; bunlar sağlık ve boş vakittir.” buyuruyor.

Ölçü ve denge dini olan İslam, beslenme konusunda da aşırıya kaçmayı yasaklamış, bu konuda itidal üzere olmayı yani yeterli ve dengeli beslenmeyi emretmiştir.

Nitekim ilgili hadislerde de: “Acıkmadan sofraya oturmayınız. Sofradan tam doymadan kalkınız.”

“İnsanoğlu için tıka basa dolu mideden daha zararlısı yoktur.” buyurmuşlardır.

Çünkü yetersiz ve dengesiz beslenmek veya mideyi tıka basa doldurmak birçok hastalığa davetiye çıkarır.

Yediğimiz besinlerle sağlığımız arasında çok yakın bir ilgi vardır. Nitekim Hz. Peygamberimiz’den bu konuda çok sayıda hadis rivayet olunmuştur. Öyle ki bu hadisler Tıbb-ı Nebevî denilen kaynaklarda toplanmıştır. İşte bu hadislerden bazıları:

“İnsanoğlu midesinden daha zararlı bir kap doldurmamıştır. İnsanoğluna belini doğrultacak üç lokma yeterlidir. Eğer ille de fazla yemek isterse karnının üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye, üçte birini ise nefes alıp vermeye (havaya) ayırsın.”

“İçinizde Allah’ın en nefret ettiği kişiler: Çok uyuyan, çok yiyen ve çok içen kimselerdir.”

“Birçok hastalığın sebebi çok yemedir.”

“Allah’a en sevimliniz az yiyenleriniz, vücutça da hafif olanlarınızdır.”

“Allah’ı zikrederek ve namaz kılarak yediklerinizi eritiniz. Yemeği yedikten sonra uyumayınız. Zira kalbiniz kararır. Yemekten sonra ise çok hareket etmeyiniz, bunun zararını görürsünüz.”

Bu hadislerden de anlaşılacağı üzere birçok hastalığın sebebi olarak fazla yiyip içme gösterilmektedir. Şöyle ki, solunum hastalıkları, damar tıkanıklığı ve sertliği, safra taşları, kalp yetmezliği, horlamalar, varis(damar genişlemesi) ve varis yaraları, karın fıtıkları, bağırsak hastalıkları, âdet bozuklukları, kısırlık vb. daha pek çok hastalığın temel sebebi mideyi tıka basa doldurmaktır.

Gerçekten de mide dolunca, insan vücudundaki kanın büyük bir kısmı, diğer organlardan çekilerek, yenilenleri sindirmek için karın bölgesine pompalanır, bu durumda mide ve kalp civarındaki damarlarda kan yoğunlaşır. Diğer organlardaki kan, belli ölçüde çekilip azalarak gerekli gıda ikmali yapılmadığından insanda gevşeklik ve uyku durumu hâsıl olur. Çünkü bu durumda beyne de az kan gitmektedir. Beyin fonksiyonlarını tam olarak yerine getirmez.

Akşam yemeğini az yiyerek boş mide ile yatmak sağlık için en uygun olanıdır. Mide doluyken yatılırsa, akşam yenilen bütün yemekler hâlen midededir ve hazmedilip bağırsaklara geçmiş değildir. Böylece mide asidi, yediğimiz gıdaların üzerinde biriktiğinden baskı yaparak, yukarı yemek borusuna doğru çıkar ve sonuçta mide rahatsızlıklarına zemin hazırlanmış olur.

Mideyi tıka basa doldurmanın bir diğer olumsuz yönü ise, kanın mideye yönelmesi sonucu uykunun tatmin edici olmayışı ve tam olarak dinlenemememizdir. Bütün bunlar için alınacak en iyi tedbir Hz. Peygamberimiz (as)’ın: “Bütün hastalıkların başı çok yemektir. İlaçların başı ise diyettir.” “Oruç tutun ki sıhhat bulasınız” vb. daha pek çok mübarek tavsiyeleridir.

Maalesef, bugünkü geleneksel beslenme alışkanlığımız birçok hastalığın temel sebebidir. Bunlardan biri de meyveyi yemekten sonra yememizdir. Meyveler, en kolay ve çabuk sindirilen/hazmedilen yiyeceklerdir. Meyveyi, yemekten önce yersek yaklaşık 20 dakikada sindiririz. Meyveyi yemekten sonra yersek, diğer gıdalarla karıştığı için, hazmı zorlaşır. Hatta fermante (mayalanma) olup, önce karbonhidrata sonra alkole bile dönüşebilir. O halde meyveyi Hz. Peygamber (as)’ın sünnetine uygun olarak, yemekten önce yersek sağlığımız açısından çok daha faydalı olur.

Kur'an ve Hadislerde Geçen Gıdaların Temel Özellikleri:

- Temiz ve helal olması (Bakara 216, 172; Maide 5/5, 87-88; Enam 6/118-119, 142; Nahl16/114)

- İnsan vücuduna uygun olup sindirimleri kolaydır.

- Besleyici ve lezzetlidir.

- Sağlığa faydalı ve şifa verici bir özelliğe sahiptirler. Birçok hastalıktan korunmayı sağlar. Yazımızın başında da değindiğim gibi hangi gıdanın hangi hastalığa iyi geleceği ile ilgili hadisler, nebevî tavsiyeler, “Tıbb-ı Nebevî” kaynaklarında toplanmıştır. Bugün artık, modern tıpta da Tıbb-ı Nebevî’nin önemi anlaşılmıştır.

- Vitamin bakımından zengin ve enerji deposudurlar.

- Dengeli ve sağlıklı beslenmemiz için gerekli olan her şey muhtevasında mevcuttur.

Sonuç itibariyle şunları söylemek gerekirse: Allah (cc), insanoğlunu kendisine halife yapmış, başta gıdalar olmak üzere her şeyi insanın hizmetine ve emrine sunmuştur. Bizlere düşen bu gıdaların helal ve temiz olanlarından afiyetle yemek, sonrasında bunları yaratan ve rızık olarak veren (El Rezzak) Hak Teâla’ya şükretmektir.

Hayy ibn Yaqdhan








Şifa Kaynağı Bitkisel Yağlar



İnsanların yüzyıllardır pek çok rahatsızlıklarına çare olarak gördükleri şifalı otlar, bu kez, sağlık ve güzelliği destekleyen doğal bir terapi olarak hak edilmiş bir başarıyla geri geldi. Aromatik bitkilerin, çiçeklerin ve ağaçların tedavi edici özelliklerinden faydalanan aromaterapi günümüzde olabildiğince revaçta. Gebe değilseniz kendinize bitkisel öz yağlar ile dakikalarca mutluluk sunun.

Aromaterapi nedir?

Aromaterapi bitkisel öz yağlarla yapılan doğal bir terapi yöntemidir. Özler vücuda banyo, buğu, kompres veya masaj ile tatbik edilebilir. Yoğun oldukları için çok dikkatli kullanılması gerekmektedir. Bilhassa ruhsal rahatlamayı sağlama, fiziksel ve ruhsal direnci artırmada son derece faydalı bir yöntemdir.

Aromaterapi şu biçimlerde uygulanabilir:

- Banyoda,

- Tütsü yaparak,

- Buğu ile,

- Kompres ile,

- Masaj yoluyla

Bitkisel öz yağ nedir?

Bitkisel öz yağlar, aromatik bitkilerin damıtılmasıyla elde edilen konsantre yağ özleridir. Bitkilerin üreme, korunma gibi nedenlerle ürettikleri bu özlerin kalitesini damıtma tekniği tayin eder. Her bitkisel öz yağ değişik bir fonksiyona sahiptir. kullanırken son derece dikkatli kullanılması gereken bu yağlar, çok kuvvetli etkilere sahiptir ve cilt tarafından çok çabuk emilir.

Bitkisel öz yağları aromatik bir bitkinin değişik yerlerinden elde etmek mümkün:

- Çiçeğinden,

- Yaprak ve gövdesinden,

- Kökünden,

- Kabuğundan,

- Meyvesinden,

- Tohumundan.

En fazla kullanılan 10 yağ

- Fesleğen: sinir sistemi toniği, yorgunluk veya sürmenaj

İlacı, gevşeticidir.

- Tarçın: Tekrardan şekillendirici, aşk iksiridir.

- Limon: Doğal koruma mekanizması kuvvetlendiricisi, cilt hastalıklarında etkilidir.

- Okaliptüs: Solunum yolları antiseptiğidir.

- Ardıç: Romatizma veya ağrılı eklemlere karşı savaşır.

- Lavanta: Sakinleştirici, yaraları iyileştirici ve kas gevşetici tesirlerinin yanı sıra uykusuzluğa karşı da etkilidir.

- Çam: Antiseptiktir.

- Gül: Cilt için canlandırıcı, yenileştirici tesirleri vardır.

- Mine: Yorgunluk ve strese karşı etkilidir.

- Ylang-ylang: Sıkıntı ve stresi azaltır.

Altın kurallar

- Bitkisel öz yağlar harici olarak kullanılır, hiçbir biçimde dahili olarak kullanılmamalıdır.

- Saf halleriyle değil, karışım durumuna getirilmiş olarak kullanılmalıdır, yoksa cildin yanması riskiyle karşı karşıya kalınabilir.

- Serin ve kuytu bir yerde saklanmalı, şişenin açılmasından başlayarak 6 ay içerisinde tüketilmelidir.

- Hamilelikte uygulanmamalıdır.

- Alerjik bünyeye sahip kişilerde uygulanmamalıdır.

- Bitkisel öz yağlar mutlaka cam şişelerde muhafaza edilmelidir.

- Bitkisel öz yağların göz çevresi kullanımından uzak durulmalıdır.

- Çocukların ulaşamayacakları yerlerde saklanmalıdır.

Rahatlama

Banyo suyunuzda yoğunluğu azaltılmış biçimde bitkisel öz yağlar sizi gevşetir ve koku yoluyla tesirlerini yayar. Banyo, gözeneklerin açılması nedeniyle bitkisel öz yağların istenen biçimde vücuda nüfuz etmesi açısından çok uygundur. Yağ suya karışmaz. Banyo yaparken bitkisel öz yağlar kullanıyorsanız, bunların bir köpük veya (yumurta sarısı, toz süt gibi) bir yayıcıyla kullanılması önerilir. 10 damla işinizi tamamen görecektir.

Rahatlatıcı yağlar:

Yorgun kasları gevşetmek için: Lavanta, okaliptüs, turunç çiçeği yağı, tatlı portakal

Uyarıcı: Biberiye, Vetiver, Sardunya, Limon

Afrodizyak: Ylang-ylang, Mutlak yasemin, Mutlak gül

Canlılık

Bitkisel öz yağlar masaj ile uygulandığında vücuda canlılık verebilir. Bu stil bir kullanımda öz yağları nebati yağlarla karıştırmak yararlı olacaktır: Üzüm çekirdeği yağı, zeytin yağı, jojoba yağı gibi.

Bitkisel öz yağlar cildi direkt geçerek kana karışır ve dört saat boyunca tesirlerini sürdürür. Cilde direkt uygulanmaları durumunda iltihaba neden olabilir! yoğunlukları azaltılmış dahi olsa, bitkisel öz yağların hiçbir vakit açık yaralar, iltihaplı deri veya yeni kapanmış bir yaranın üstüne uygulanmaması gerekmektedir.

Cildiniz duyarlı mı? öz yağınızı tatlı badem yağına karıştırarak yoğunluğunu azaltın. Bölgeyi iyileştirmek için ovaladıktan sonra kompres uygulayın.

Canlandırıcı yağlar:

Yorgun kasların gevşetilmesi: Lavanta, Okaliptüs, Turunç çiçeği yağı, Tatlı portakal, Mimoza.

Cilt güzelliği

Katkı ve etkileriyle, öz yağlar cildinizi zenginleştirerek cilt güzelliğinizi artırabilir. Öz yağlar hiçbir vakit direkt kullanılmamalı ve tatlı badem gibi bir nebati yağ ile karıştırılarak kullanılmalıdır.

Cilt güzelleştirici yağlar:

Yorgun cilt için: Tefarik otu, gül ağacı

Kuru veya nemini kaybetmiş cilt için: Fındık

Yağlı cilt için: Mısır ak nilüferi, Lotus ağacı, Biberiye, Limon, Sardunya, Bergamut, Ada çayı ve papatya

Kırışıklıklar için: Fındık, Portakal

Siyah noktalar için: Nane, Biberiye

Nemlendirici olarak: Gül

Hamilelik ve Aromaterapi

Kana karışmaları nedeniyle bazı yağların gebe kadınlarda kullanımı önerilmez; Dolayısıyla öz yağların prospektüsleri kesinlikle okunmalıdır. Gebe olan bayanların ürünlerini daha çok eczanelerden edinmeleri ve bir müddet için bitkisel öz yağlardan uzak durmaları önerilir.

Adaçayı ve misk otu (yaban karanfili) gibi bazı bitkiler kadınsal hormonlara etki eder. Bu da hamlelikte istenmeyen bir durumdur. Sindirim metabolizmasına etki eden yeşil anason ve biberiyede olduğu gibi kafur da öneri edilmez.

Bir bebek bekliyorsanız, birkaç ay daha sabredin veya gelişi güzel bir şey kullanmadan önce hekiminize danışın.

Kanayan Ağaç



Sokotra Dünya’nın kıtasal kökenli bölgeleri içerisinde en izole durumdaki yerlerinden bir tanesidir.

Takımadalar büyük ihtimalle Afrika’dan fay kırılması ile Orta Pliyosen devrinde ayrılmıştır, aynı çatlak olayı kuzeybatısındaki Aden Körfezi’nin açılmasını sağlamıştır.

Sokotra’nın en ilginç ve en görülesi yanı dünyada sadece bu adada bulunan bir ağaç. Ağacın yerel dildeki adı ‘Şecere-ül Adem’. (Adem’in Soyağacı)

‘Kanlı Ejder Ağacı’ (Draceana cinnabari) diyen Sokotralılar da var. İlk bakışta ters dönmüş bir şemsiyeyi andıran dalları yerçekimine meydan okur gibi yukarı doğru uzayan bu ağaç birçok efsaneyi içinde barındırıyor. Adanın Müslüman halkına göre ağaç insanlığın ilk gününden bugüne kan bağlarını simgeliyor ve Hz. Adem’in insanlığın kötüleşen hali için döktüğü kanlı gözyaşlarını simgeliyor. Ağacın en ilginç yanı dallarını sert bir cisimle kazıdığınızda gövdesinden kırmızı kan benzeri bir sıvı akması. Afrika kökenli adalılar iki erkek kardeşin kan davası güdüp birbirlerini öldürmelerinden sonra bu ağacın oluştuğuna inanıyorlar.

Çeçenistan Belgeseli

Şamil Basayev


Osmanlı'nın Elbisesi Yetiyordu



19. yüzyılda Almanya'nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu. Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı. O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar.

Mektupta şöyle denmektedir:

"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in dehalifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."

Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar:

"Fransızlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir."

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar. Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur:

"Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."

Bu olay, Mülhaymli'lerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a bağlı Karlsruher Müzesi'ne koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlarlar.

Mucize Yemiş İncir

İncirin faydaları aslında saymakla bitmiyor. Ama en önemlisi müthiş bir enerji deposu olmasıdır. Özellikle de cevizle birlikte tüketildiğinde vücudun dinamosu olur. Sadece meyvası değil, yapraklarından akan beyaz sıvının da mucize etkileri vardır. Bakın incir nelere iyi geliyor...



Özellikle Ramazan ayı için bulunmaz bir nimet. Çünkü incir bir enerji deposu ve oruçluya açlığı hissettirmeyip, tok tutuyor.

Bunun yanında İncir, kan şekerini düzenliyor, hazmı kolaylaştırıyor, enerji veriyor. Pek çok vitamini bünyesinde barındırıyor. Çocukların gelişiminde anne sütü kadar faydalıdır. Her gün bir adet incir tüketilmesi, kolesterolü de düzenliyor.

KURUSUNUN FAYDALARI:

Yaş incir kurutulduğunda bünyesindeki kalsiyum 4.6 kat artar. Bu sayede de müthiş bir enerji deposuna dönüşür. Kurutulmuş incir çok değerli olup, iyi bir besin kaynağıdır. Balgam söktürücü, yumuşatıcı olarak kullanılır.

Kuru incir, içerdiği protein miktarı yönünden fakir, sentezinde kullanılan aminoasit çeşidi açısından zengindir, bu nedenle hücre gelişimini destekler.

Ayrıca kuru incir, boğaz ağrısı bronşit ve öksürüğe de faydalıdır.

Kış aylarında vücudun direncini arttırır, pek çok sağlık sorununa karşı güç ve dayanıklılık kazandırır.

BAĞIRSAKLAR İÇİN FAYDALARI

İncir bağırsaklardan toksik maddelerin temizlenmesi ve kandaki kollestrol seviyesinin düşürülmesi için faydalıdır. Bağırsak iltihabı olanların çok incir yemesi gerekir.

İncirin bünyesinde şeker, albüminli maddeler, organik asitler, pektin, provitamin, A, B1, B2, C vitaminleri, magnezyum, kükürt, fosfor ve unlu maddeler bulunur.

CEVİZLE İNCİRİN KARIŞIMI

İncir cevizle birlikte yenildiğinde hem vücudunu zehirlerden korur, hem de bronşite iyi gelerek öksürüğü keser.

Nezle için de faydalıdır.

SÜTLE İNCİR YENİRSE

İnciri sütle ya da sirkeyle eğer oda olmazsa yalnızca zeytinyağına batırıp yiyerek basur şikayetinizi ortadan kaldırabilirsiniz.

Sesiniz kısıldığında hemen bir inciri bir su bardağı kadar sütün içine koyup bir cezvede kaynatın. Ilık ılık bu şurubu için, çok yararını göreceksiniz.

BEYAZ SIVISI NEYE İYİ GELİR

Yaş dalları kırıldığında akan sütümsü beyaz sıvı, nasır ve siğillere sürülür.

Anasonla beraber yenen incir ise hem kan yapar, hem de şişmanlatır.